BİR “İZEL” ALBÜM
İZEL – “AŞK EN BÜYÜKTÜR HER ZAMAN”
“İzel artık adam gibi bir albüm
yapsa da dinlesek,” diyen çok kişi vardı. Çünkü hem arayı çok açmıştı, hem de o
uzun aradan sonra yaptığı “Jazznağme” adlı (neden caz değil de “jazz”, onu hiç
bilemedik) albüm tam anlamıyla bir hayal kırıklığıydı. Kaldı ki ondan bir
önceki “Işıklı Yol”un da İzel kariyerinin en zayıf halkası olduğunu
düşünenlerin sayısı hiç de az değildi (biri de bendim mesela.)
İzel aslında başından beri her
albümünde kendini birilerine emanet etti. Bu, benim diyen şarkıcının kolay göze
alacağı bir iş değil. Bizim buralarda hemen her şarkıcı biraz palazlandıktan
sonra her şeyi en iyi kendi biliyor (ya da öyle zannediyor) ve bundandır ki
dünya müzik piyasasındaki prodüksiyon ve prodüktör kavramları Türkiye’de bir
türlü tam karşılığını bulamıyor.
Ercan Saatçi, Mustafa Sandal,
Altan Çetin, Metin Özülkü ve Sinan Akçıl bugüne dek yayımlanmış İzel
albümlerini yaratanlar. Elbette başka besteciler, söz yazarları da oldu ama her
bir albümün adlı adınca emanet edildiği biri vardı ve sonuç hep (“Işıklı Yol”
için çekince payını bırakarak) başarılı oldu. Doğrusu budur zaten. Şarkıcı her
şeyden anlamak, bir albümün her şeyi (prodüktörü, süpervizörü, bestecisi, söz
yazarı) olmak zorunda değildir. Bu işleri yapan profesyonel insanlar vardır ve
nasıl terziler bedenine göre biçiyorsa elbiseyi, onlar da şarkıcıya göre
şarkılar bulur, çıkarır ve albüm yaparlar.
Bugün popüler müziğin içine
düştüğü sıradanlığın, popüler şarkıcıların çoğunda mevcut yönsüz, stratejisiz,
plansız, programsız, hedefsiz yol almaların (ya da alamamaların, yerinde
saymaların) en büyük sebeplerinden biri budur.
İzel bilerek ya da bilmeyerek
doğrusunu yaptı; o esnekliği, istenilen kalıba girebilme yetisi ve becerisini
gösterdi yıllar boyu. İsmi bu kadar parlamış bir yıldızın başarabileceği en zor
şeydir egosunu törpülemek. Belli ki daha en başından törpülemişti egosunu. Öyle
olmasa bu albümler çıkmazdı. Ya da çıkar ama böyle olmazdı.
İzel’in yeni albümü “Aşk En
Büyüktür Her Zaman” bir süre önce piyasaya sürüldü. Ve bu defa bütün şarkıların
Alper Narman – Onur Özdemir İkilisinin elinden çıktığını gördük. Belli ki yine
“haute couture” şarkılar biçilmişti İzel için. Öyleyse umut vardı. Kaldı ki iki
binli yıllarda çok sayıda “hit” şarkının altında imzası bulunan Alper Narman ve
referansı Sakin grubu olan Onur Özdemir de birer teminattı. Albümden bir süre
önce servis edilen ilk iki şarkıyı dinledim. Sonra bir süre düşündüm…
Bilen bilir, şarkı sözlerine
takıntım öyle böyle değildir. Bir yanda halk ozanları, âşıklar, bir yanda Divan
şairleri, aruzcular, beş hececiler, beri tarafta Fikret Şeneşler, Ülkü Akerler,
Aysel Güreller, Çiğdem Talular ve niceleriyle süre gelen, şarkıda, şiirde,
sözünü derin söyleyen, ince söyleyen, ağır söyleyen bir geleneğin çocuklarıyız
biz. Bu birikimden zerre nasibini almamışlık bir yana, bir de konuştuğu lisanın
kuralını kaidesini bilmeden kırıp döken şarkıları, o şarkıların yazarlarını
nerede bulsam tefe koyuyorum. Şimdi böyle bir duruşun, bir savın varken, gel de
İzel’in “Drakula” şarkısını beğen! Ama ne tuhaftır ki beğendim.
Tabii uzun uzun da düşündüm “Niye
beğeniyorum, acaba nerede hata yapıyorum?” diye. Çok basit bir açıklaması
olduğunu neden sonra fark ettim.
Evet “kendimi sana emdiremem,”
başta olmak üzere bütün o “boynuzu yiyecek haberi yok”lar, “hayvan”lar filan
kolay yenilir yutulur değil. Ama İzel tüm bunları dillendirirken bile öyle
munis, öyle sakin ve dahi o derece hırssız ve öfkesiz ki, kötü gelmiyor kulağa.
Dahası bu şarkı, son dönemde Demet Akalın’a mal edilmekle birlikte geçmişi ta
Ajda Pekkan’a kadar dayanan ve popüler müzik arşivinde birbirine benzer
onlarca, hatta yüzlerce örneği bulunan “çemkirme” şarkılarına son noktayı
koymak için yazılmış gibi. Hani “bundan daha öteye ne yazılabilir” demeye
getirilmiş, hatta belki biraz da işin komiği çıkarılmış, kara mizahı yapılmış
sanki. Bundandır ki hafif, uçucu ve eğlenceli. Bundandır ki insanın eline
sopasını alıp şarkı yazarlarının/şarkıcının kafasına kafasına vurası gelmiyor
(bir çok Serdar Ortaç şarkısı bende bu hissiyatı uyandırır mesela.)
Albümde bir de hemen açılışta
karşımıza çıkan “Amerika” ile yedinci sırada yer alan “Rezil” var sözleri ayar
veren, dalgaya vuran. Bu kadarı da işin piyasası. Oysa bir de devamı var. Çok
etkileyici bir “Solmuş Gül Kasabası” var mesela. “Hicran” var, “İlk Yara” var. Var
da var. 12 şarkının (birinin bestesi hariç) tamamının aynı elden çıkmış
olmasına karşın birbirine benzemiyor olmasından ise bilmem kimler, nasıl ders
almalı?
Aslına bakarsanız albümde burun kıvrılacak
bir tek şarkı yok. Ancak elbette bu genellemeyi İzel’in koşmakta olduğu kulvarın
sınırları içerisinde yapmak doğru olur. Yani ana akımın tam ortasından geçen,
klibi müzik kanallarında gösterilen, kulüplerde, plajlarda çalınmaya müsait, radyo
dostu, dile kolay dolanan, kolay dinlenen, melodik şarkılar. Yani mevsimlik,
güncel pop. Eli yüzü düzgün, dürüst, hilesiz, hurdasız, düzgün çalınmış, düzgün
söylenmiş, temiz bir pop albümü bu. Tam da İzel’den beklediğimiz gibi.
Kendi adıma en çok “Drakula” ve “Rezil”in
eğlencesini, “İmdat”ın alıp götüren ritmini, “Yaz Geldi”nin neşesini, “Hicran”
ve “İlk Yara”nın hüznünü sevdiğimi söyleyebilirim. Bir Arap şarkısından adapte
edilen “İyi ki Doğdun”un kısa sürede dillere dolanacağı, doğum günlerinde illa
ki çalınıp söyleneceği aşikâr. Ama galiba bu albümden yıllar sonra en çok
hatırlanacak şarkı “Solmuş Gül Kasabası” olacak.
Dikkat ettiyseniz, başından beri İzel’in
bir çok şarkısında kendi sesi iki kez üst üste bindirilmiştir (teknik tabiriyle
“duble” yapılmıştır.) Bu albümde de kullanılmış bu teknik. Çünkü bu derece naif
ve kırılgan sesleri sevmez stüdyo mikseri. Tadını kaçırır, eksiltir. İzel zaten
hiçbir zaman sesinin oktav aralığı konusunda iddialı olmadı. Kim bilir belki de
en çok bu yüzden sevmişizdir onu ve şarkılarını. Hiç bağırıp çağırmıyor,
inletmiyor ortalığı. Buna karşın başından sonuna dek şarkıcı olarak hiç falso
da vermiyor.
Bülent Aris’in düzenlemeleri
kadar büyük bir kısmı Almanya’da yapılmış kayıt ve “mix”ler de albümün
başarısında göz ardı edilmeyecek hususlar. Ne yapsak ne etsek kayıt
stüdyolarında Avrupa standartlarını yakalayamıyor olmamızın sebepleri saymakla
bitmez ama yeri burası değil zaten. Bu albümde iyi bir “sound” yakalanmış; en
azından emsallerinin üzerinde bir çizgide.
Albüm fotoğrafları ve kartonet
tasarımı için iyi şeyler yazamayacağım. Kartonetin uyandırdığı depresif,
karanlık ve hatta soğuk hava, asla albümdeki şarkıların ruhu değil çünkü. Albüm
fotoğraflarını moda fotoğraflarından ayıran bir şey olmalı. O şey her ne ise,
belli ki Nihat Odabaşı’nın bu tasarımında göz ardı edilmiş.
Derdiniz gücünüz popsa, uzun süre
size eşlik edebilecek bir albüm bulduğunuzu, bu yazıyı okumadan önce de fark
etmiş olmalısınız. Zaten daha şimdiden “izel” (takdir gören, takdir edilen) bir
albüm oldu bu. Yine de bir kez daha altını çizeyim. İzel bir süredir yarıştan
çekilmiş gibi duruyordu ya… Öyle olmadığını gösteriyor bu albümle. Kaldığı
yerden, üstelik de günü yakalamış olarak devam ediyor. Bu son cümle kimlerin
korkulu rüyası olur, onu da varın siz tahmin edin.
YAVUZ HAKAN TOK, MAYIS 2012,HAYAT MÜZİK,
İSTANBUL
0 yorum Yeni Yorum Yap